Mezun öğrencilerimizden Rana Öztok‘un 03.03.2012 tarihli ”Okul” adlı yazısını paylaşıyoruz;
OKUL
Sanırım herkes böyle bunalıma giriyor hayatında birkaç defa.
Mesela biri öldüğünde, ya da okul bittiğinde…
“Okul” demek benim için Mimar Sinan demek; “lise” var bir de – lise başka bir şey, kamp gibi daha çok. Seçim değil zorunluluk, ben değil başkası, ama sonunda geriye dönüp baktığımda her şeye rağmen yine “ben”…
LiseLise yıllarımı hatırlayınca ilk şaşırdığım, o yaşta henüz hayatta hiçbir şey başarmamışken, kendime nasıl bu kadar güvendiğim oluyor – sabahları Güneş ile birlikte uyanıp yürüyüşe çıkmak, Erenköy-Fenerbahçe hattındaki kedileri beslemek ve güne umut dolu başlamak için o güce nasıl sahip olmuşum? Kendi kendime daha okumayı bilmezken çiziktirmeye başladığım tek kolu uzun tek kolu kısa kadınlara giydirdiğim yamuk eteklere ok çıkarıp “lila kadife” yahut “çiçekli pamuk” yazardım diye, ailemi tümüyle karşıma alıp Güzel Sanatlar’a girmeye karar verdiğimi açıklamaya nasıl cüret etmişim? Aynı ekolden olan dayım dahil herkesin bohem bir hayata sürüklenecğim ve “fen zekamı” harcayacağım endişesini bahane ederek karşı çıktığı halde, annemin bir gün bana küçümseyerek yönelttiği “Kızım, kaç bin kişi giriyor, 20 kişi alıyorlar – 20 kişiden biri mi olacaksın!?” sorusuna neye dayanarak “Evet, 20 kişiden biri olacağım.” cevabını verebilmişim? Belki de gençlikten!
İşte “Okul”u ben bu kadar istemiştim.
Okul:RıhtımOkul’a girdiğimde lise yıllarının yakası sarı çizgili lacivert kazak baskısından sonra kendimi müthiş bir özgürlük ortamında buluverdim. Derslere o günlük girmeyip -diyelim ne yapacağımı bilmiyorsam- rıhtım rüzgarında akşama kadar oturup bardak bardak çay içmek beni her zaman kendime getirdi. Akşamüstleri markete gitmeye üşenmezsek çantamızı bira doldurup geri rıhtıma dönmek, içerken bazen def ve kudüm çalan Kürtçe konuşan biriyle tanışmak, başka bir seferinde belki solcu bir dergi çıkaranlarla güler yüzle tartışmak, İsviçre dağlarında bir manastıra kapanıp günlerce konuşmayarak kendini arındırmaya çalışan bir adamla karşılaşmak, hiç beklemediğin bir günde yalnız başınayken yan taraftan gelen Dionyssos kültü muhabbetine laf atınca dostlar bulmak, kaykayıyla gelen birinin stencil şablonları kesmesine yardım etmek, ileri doğru yürürken heykel yontanların yanında mermer tozuna bulanmak, resim atölyelerine girip ara verenlerin boş bıraktığı tuvallerine göz gezdirmek, ya da bir cuma sabahı yanlış sanat tarihi vizesine girdiğini soruları görünce fark etmek güzeldi…
Okul’a gelirken Kadıköy’den vapura biner, Karaköy’den de genelde yürürdüm. Yolda hırdavatçı, oltacı dükkanları ile nargileciler arasından geçerken her tür sakat, tek bacaklı, bastonlu, elsiz, ayaksız, tek gözü iltihaplı, kambur, deli, dilenci, tinerci, acayip karşıma çıkardı ve onlara bakmayı severdim. Bu 15-20 dakikalık yürüyüş yıllarca benim gündelik kısa maceramdı.
Okul Çıkışı BeyoğluOkul çıkışları şüphesiz hep en keyifli anlardı; bütün günün gerginliği ve ister istemez içimize sinen yetersizlik korkusunu geride bırakmak için sayısız gibi duran yıkık dökük merdivenleri tırmanır Beyoğlu’na çıkardık… Bazen fotoğrafçılarla gezerdim, Fotoğraf Evi’ne uğrar, bakardık. Resimden bir arkadaşın sergi açılışı olurdu bazen, haberi gelirse ona da mutlaka gider işlerini görürdük. İstiklal’in arka sokaklarındaki dar konutların odalarını mesken tutan bu amatör karma sergileri gezerken yine muhakkak birileriyle tanışılırdı; bir çocuk yüzüğümü sarığa benzettiği için beni epey güldürmüştü, diğeri iştahla heykellerini anlatmıştı, in-yer-face tiyatro yapan bir gruba denk gelince tesadüfen sarsıcı kısa bir oyun izlemiştik, sonra video sunumundan hiçbir şey anlamadığım bir kızla söze Türkçe başlayıp İngilizce devam etmiş ve sonunda Almanca’ya geçmiştik…
Ama son durak hep Nevizade’ye otururduk, orası benim ne hallerimi gördü; yaz sonunu soğuk beyaz şarap içerek getirdiğimiz günlerden birinde pencere kenarındaki büyük koltuklara kurulmuştuk, el maketi teslimimden birkaç saat sonra içkiden ziyade uykusuzluktan sarhoş olup dar bir terasta bale yapma imkanlarını zorlamıştım, Ankara’dan, Köln’den, Prag’tan, Brighton’dan, Amsterdam’dan, Brno’dan ve daha hatırlamıyorum nerelerden gelen arkadaşları buraya bir kere mutlaka oturtmuştum.
Okul:Kendini KeşfetmekOkul; en çok da ne olursam olayım hep “ben” olabildiğim tek yerdi.
O gün ne giymeyi seçersem seçeyim, nasıl olsa Okul’da rahat hissedebilirdim ya da saçlarımı pembeye veya yeşile boyamamın sorun olmayacağını bilirdim. Kimse Nietzsche okuyanları faşist sanmazdı büyük ihtimalle, ya da en azından tartışılabilirdi. Bir arkadaşın arkadaşı mutlaka Poe okumaya bağımlı çıkardı, benim gibi, Asphodel’i anardı. Tesadüfen bienalde The Smiths’e ithafen yapılan bir video çekiminde illa Okul’dan birilerine rastlardım, onlar da yabancı sayılmazdı- mesela aynı ben gibi “What difference does it make?!” diye bağırıyor olurlardı.
Yine Okul’da bir sonbahardı, fotoğraf kulübü masasında Hindistan’da bir yıl yaşamış, ashramlarda çalışıp “kendini yaratmaya” çabalamış bir adam tanıdım. Onun vasıtasıyla aylarca “başka bir hayat”ı seçen onlarca insanla yolum kesişti; mesela Antalya’da Güneş tutulması esnasında tanışmayan yüzlerce kişinin sarmal şeklinde birbirine sarılışını gördüm, bir seferinde Fethiye’nin Yakabağ köyüne 20saat otostop yapıp “Dolunay’da Şaman Ayini”ne katıldım, Burgaz Ada’da çoğunu tanımadığım, hepsi farklı yerlerden gelen insanlarla beraber büyükçe bir balkonda ney dinleyerek uyudum…
Okul; her gün bambaşka bir macera sunardı.
Resim bölümüne çıkarsam örneğin; öteden beri takip ettiğim ve hayranı olduğum bir hocaya rastlayabilir, onunla Dante Gabriel Rossetti’nin hep aynı kadının yüzünü resmetmesinden bahsedebilirdim, birkaç yılını komün evlerinde geçirmiş ve Led Zeppelin’e albüm kapakları hazırlamış bir hocanın müthiş ilham verici bir konuşmasını dinlerken William Morris’in “estetiğin standartlaştırılması” üzerine fikirlerini düşünme fırsatı bulabilirdim, İstanbul konulu döşemelik desenler hazırlamam gerektiğinde İstanbul’u simgesel yapılarını çizmeksizin nasıl anlatabileceğimi değerlendirirken birden aslında İstanbul’un bin-yıllarca üst üste yığılarak oluşmuş büyüleyici ve esrarlı bir birikinti olduğunu keşfedebilirdim…
Okul; bir kendimi keşfetme yoluydu.
Okul BittiğindeSanırım herkes böyle bunalıma giriyor hayatında birkaç defa.
Mesela biri öldüğünde, ya da okul bittiğinde…
Bir daha kendimi bu kadar rahat hissedebileceğim, en bunalımlı günlerimde kendimi içeri atınca rahatlayabileceğim başka bir yerim olacak mı, bilmiyorum. Acaba hayatımın karşıma bu kadar enteresan insanların çıkacağı bir dönemi daha olacak mı? Kendim olmaktan yorulduğumda bunu erteleyip başkası olmayı deneyebilecek miyim bir daha? Bunun için sanırım, kimsenin beni tanımadığı uzak bir ülkeye yerleşmem gerekecek.
Artık Okul çıkışının spontane hissi olmayacak, evden çıkıp Tophane’de bir sergiye gitmek, İstanbul’un bir yakasından diğerine geçmek belki hava da yağmurluysa biraz zor gelebilir. Yalnız başına Cihangir sokaklarını gezme fikri o kadar sempatik gelmeyebilir ya da insan arayı açarsa bir zamanlar öylesine karşısına çıkıveren alternatif mekanları unutabilir. Korkarım, artık eskisi kadar dahil olamayacağım bu renkli hayata…
Yine ilgi çekici insanlar karşıma çıkacaktır; tek günlük dostluklar, bir konuşmalık paylaşımlar, anlık yakınlıklar, plansız girilen galeriler, bir daha bulunamayan küçük butikler, yan masada kim bilir tekrar Yetkin Dikinciler’e yahut Murat Daltaban’a rastlayıp gülümseyerek söylediklerini dinleyebileceğiniz ara sokak cafeleri… Tek tesellim Beyoğlu!
Evet, şimdi yıllar önce olmayı seçtiğim, bunca zaman düşe kalka yürürken olmayı istediğim, bir bakıma kendime “olmaya söz verdiğim” kişileri olma zamanı…
Okul bittiğinde bu zaman gelip çatıyor işte.